Ne zaman kalbimize bir arzu düşse, onu zihne yollar nehir gibi çamurlandırırız. Başka yöne bakar, başka başka arzularla meşgul oluruz. Düşünceler etrafımızda sis bulutu yarattığında zihin daha da karışır. Oysa kalp, bir zihin durumu değildir. Uyanıklığın içinde uykulu halimizi görmemizi sağlar.
Tüm köleliklerden daha tehlikeli olan psikolojik köle olmaktır. Nasıl yaşayacağımıza, ne yapıp yapmayacağımıza dair net bir karar veremediğimiz her noktada kendimizi bilmekten kaçınırız. Rol yaparız ve kendimizi kandırmanın bize kazancı da olmaz. Görevimiz, kendimizi şekillendirmek değil, kimsek onu bulmak ve o olmaktır. Bu dünyaya ne için geldiysek, onunla ilgilenmek yerine ölümden sonrasını merak ederek varoluşumuza aykırı yaşıyoruz. Gerçek mesele ölümden öncesi değil mi? Nefes aldığımız, canlı olduğumuz yaşamla bir olmak, özümüzü bulmak yuvaya dönmek gibi bir his. Egomuzu cezbeden bir durum var ki, bu da yaşamın büyük şeylerden oluştuğuna inanmak. Dünyevi miraslar gibi ismimizi hatırlatacak şeyler yapmaya inandırılırız. Başkaları için yaşarız hayatlarımızı. Örneğin; başkaları için resim yapar, müzik çalar, şiirler yazarız… Fakat tüm bunları kendimiz için yaparsak, sırf bunu yapıyor olmaktan dolayı güzel bir bahçe yaratabiliriz. Bu bahçeden geçen herhangi biri de durup kendisi için alması gerekeni alır. Bu ödül de zaten bize yeter… Bir şey yaratmanın neşesi birisinin bizi takdir edip etmemesine bağlı değil, onu yaparken keyif almaktır.
“Pek çoğumuz iki ayrı hayata sahibiz. Bunlardan biri yaşadığımız, diğeri ise içimizde saklı tuttuğumuz, yaşayamadığımız hayatımız der Steven Pressfield. Kaçımız, gönlümüzdeki sesin bize söylediklerini yapmadığı için nevrotikleşti? Kaçımızın bedenine hastalıklar sirayet etti? Hayatından ve benliğinden tamamen tatmin bir insan görünce içimiz kıpırdar, zorla bastırılmış hayatlar aniden dışa vurur. Biranda insanda kendi labirentini oluşturma isteği doğar. İşte sandıklarımıza uyanış burada başlar. Kendimizi yavaş yavaş izlemeye alırız. Sanki bir ışık alevi tüm varlığımıza saçılıyormuş gibi ilginç şeyler olur kalbimizde. Geçmişimizden giysilerimizi çıkarmak ister gibi değil de, deri değiştirir gibi kurtulmak isteriz. Biz bunu istedikçe de buyurgan ve sesimizi kısan kalabalıklar artar. Bir ses, “yap” der, diğeri “yapma” ve giderek parçalara ayrılırız. Biz o kalabalıktan kaçmak için ne kadar gönüllü olursak, o sesler bizden gitmek için o kadar gönülsüzdür. İçimize sakladıklarımızla karşılaşmamak için daha da koşar, kalabalığı daha da duyarız. Bu durumu iş, ilişkiler ve hayatınızın her alanı için düşünebilirsiniz.
Bir düzene sokmak, bırakmak, kurtulmak istediğimiz ne varsa bilinçaltımız şiddetle bizi ona doğru götürür. Mesela uzun süredir aradığınızı bulamadığınız dağınık bir masa düşünün. Her yeni güne “bugün bu masayı toplayacağım diye başlarsınız”. O masayı toplamaya niyetlisiniz, ama dış faktörler sizi hep engeller. Araya başka işler girer ve bir türlü yapamazsınız. Bilinçaltınızda sürekli o masayı toplamak vardır. Tek istediğiniz bir imkân doğması ve masanın bir an önce toplanmasıdır. Beklemediğiniz bir anda masaya bir şey dökülür. Dışarıdan müdahalenin yarattığı hoşnutsuzluğun karşısında, sinirden deliye döner, masada ne var ne yok toparlar, atılması gerekenleri bir çırpıda atar, yeni bir düzen inşa edersiniz. Tabi bu sinir uzun bir süre geçmez, sizden aldığı vakti düşündükçe daha da sinirlenirsiniz. Ta ki “bu masayı toplamanızda, dışarıdan gelen müdahalenin katkısını” anladığınız ana kadar…
Buradaki “masa” metaforunu, hayatınızda dönüştürmek isteyip de dönüştüremediğiniz her şeye uyarlayabilirsiniz. Kendimiz gibi hissetmediğimiz her konuda ve her yerde, kafamızda kaçış planları çoğalır. Bizi bu kaçışa düşüren nedeni eyerimizde taşırız. Susanna Tamaro’nun şu sözleri, adeta sandıklarımız karşısındaki uyanışa hazırlıyor bizi: “Yaşamın değişmez olduğunu sanmak, trenin ray değiştirmeden sonsuza kadar gideceğini düşünmektir. Oysa kaderin hayal gücü bizimkinden daha renklidir. Artık çıkış yolunun kalmadığını sandığın bir durumda umutsuzluğun zirveye vardığında, rüzgâr hızıyla her şey değişir, altüst olur ve bir andan ötekine geçerken kendini yeni bir yaşantının içinde bulursun.”
İşte özgür olmanın sorumluluğunu alabilecek kadar içimizde kendimizle tamamlanmış hissettiğimiz an, engellere dışarıdan sert bir müdahale gelir. Asıl sükûnet, hayatımızın altının üstüne geldiğini zannettiğimiz fırtınadadır. İşte o fırtına sayesinde, şehir değiştirir gibi üstümüzdeki gökyüzünü değiştirmeye gerek olmadığını ve ruhumuzu değiştirince her şeyin mümkün olduğuna uyanırız.
İnsan ruhu, bir şeyi reddetmekten ziyade bir şeyi yaratma isteği üzerine yoğunlaşırsa tepkiyle zıt yöne gitmektense kendisine yakınlaşır…
Fırtına sırasında, insan ilk başta kendisini sonbaharda dökülmemek için kuru dala sıkıca tutunan yaprak gibi hisseder. Sonra egoyu ve tutunmayı teslim eder. Hayatının altının, aslında kendisine bir lütuf olarak geldiğini fark eder. O lütuf, onu tam da istediği noktaya getirir. Anlaşılır, haklılığını kanıtlar, sandım dediği her şeye uyanır… Tüm bunların pek bir kıymeti yoktur gözünde, çünkü onların yerini uyanmış bir bilinç almıştır artık. Sonunda kişi, dev dalgalarda dengede durmayı bilmeyen acemi bir miçodan, dümeni eline alan kaptana dönüşür. Kendi yolundan gönlünce gitmek istediğine karar verir…
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ayşegül ELİAÇIK GÜDÜK
Sandıklarımıza uyanmak
Ne zaman kalbimize bir arzu düşse, onu zihne yollar nehir gibi çamurlandırırız. Başka yöne bakar, başka başka arzularla meşgul oluruz. Düşünceler etrafımızda sis bulutu yarattığında zihin daha da karışır. Oysa kalp, bir zihin durumu değildir. Uyanıklığın içinde uykulu halimizi görmemizi sağlar.
Tüm köleliklerden daha tehlikeli olan psikolojik köle olmaktır. Nasıl yaşayacağımıza, ne yapıp yapmayacağımıza dair net bir karar veremediğimiz her noktada kendimizi bilmekten kaçınırız. Rol yaparız ve kendimizi kandırmanın bize kazancı da olmaz. Görevimiz, kendimizi şekillendirmek değil, kimsek onu bulmak ve o olmaktır. Bu dünyaya ne için geldiysek, onunla ilgilenmek yerine ölümden sonrasını merak ederek varoluşumuza aykırı yaşıyoruz. Gerçek mesele ölümden öncesi değil mi? Nefes aldığımız, canlı olduğumuz yaşamla bir olmak, özümüzü bulmak yuvaya dönmek gibi bir his. Egomuzu cezbeden bir durum var ki, bu da yaşamın büyük şeylerden oluştuğuna inanmak. Dünyevi miraslar gibi ismimizi hatırlatacak şeyler yapmaya inandırılırız. Başkaları için yaşarız hayatlarımızı. Örneğin; başkaları için resim yapar, müzik çalar, şiirler yazarız… Fakat tüm bunları kendimiz için yaparsak, sırf bunu yapıyor olmaktan dolayı güzel bir bahçe yaratabiliriz. Bu bahçeden geçen herhangi biri de durup kendisi için alması gerekeni alır. Bu ödül de zaten bize yeter… Bir şey yaratmanın neşesi birisinin bizi takdir edip etmemesine bağlı değil, onu yaparken keyif almaktır.
“Pek çoğumuz iki ayrı hayata sahibiz. Bunlardan biri yaşadığımız, diğeri ise içimizde saklı tuttuğumuz, yaşayamadığımız hayatımız der Steven Pressfield. Kaçımız, gönlümüzdeki sesin bize söylediklerini yapmadığı için nevrotikleşti? Kaçımızın bedenine hastalıklar sirayet etti? Hayatından ve benliğinden tamamen tatmin bir insan görünce içimiz kıpırdar, zorla bastırılmış hayatlar aniden dışa vurur. Biranda insanda kendi labirentini oluşturma isteği doğar. İşte sandıklarımıza uyanış burada başlar. Kendimizi yavaş yavaş izlemeye alırız. Sanki bir ışık alevi tüm varlığımıza saçılıyormuş gibi ilginç şeyler olur kalbimizde. Geçmişimizden giysilerimizi çıkarmak ister gibi değil de, deri değiştirir gibi kurtulmak isteriz. Biz bunu istedikçe de buyurgan ve sesimizi kısan kalabalıklar artar. Bir ses, “yap” der, diğeri “yapma” ve giderek parçalara ayrılırız. Biz o kalabalıktan kaçmak için ne kadar gönüllü olursak, o sesler bizden gitmek için o kadar gönülsüzdür. İçimize sakladıklarımızla karşılaşmamak için daha da koşar, kalabalığı daha da duyarız. Bu durumu iş, ilişkiler ve hayatınızın her alanı için düşünebilirsiniz.
Bir düzene sokmak, bırakmak, kurtulmak istediğimiz ne varsa bilinçaltımız şiddetle bizi ona doğru götürür. Mesela uzun süredir aradığınızı bulamadığınız dağınık bir masa düşünün. Her yeni güne “bugün bu masayı toplayacağım diye başlarsınız”. O masayı toplamaya niyetlisiniz, ama dış faktörler sizi hep engeller. Araya başka işler girer ve bir türlü yapamazsınız. Bilinçaltınızda sürekli o masayı toplamak vardır. Tek istediğiniz bir imkân doğması ve masanın bir an önce toplanmasıdır. Beklemediğiniz bir anda masaya bir şey dökülür. Dışarıdan müdahalenin yarattığı hoşnutsuzluğun karşısında, sinirden deliye döner, masada ne var ne yok toparlar, atılması gerekenleri bir çırpıda atar, yeni bir düzen inşa edersiniz. Tabi bu sinir uzun bir süre geçmez, sizden aldığı vakti düşündükçe daha da sinirlenirsiniz. Ta ki “bu masayı toplamanızda, dışarıdan gelen müdahalenin katkısını” anladığınız ana kadar…
Buradaki “masa” metaforunu, hayatınızda dönüştürmek isteyip de dönüştüremediğiniz her şeye uyarlayabilirsiniz. Kendimiz gibi hissetmediğimiz her konuda ve her yerde, kafamızda kaçış planları çoğalır. Bizi bu kaçışa düşüren nedeni eyerimizde taşırız. Susanna Tamaro’nun şu sözleri, adeta sandıklarımız karşısındaki uyanışa hazırlıyor bizi: “Yaşamın değişmez olduğunu sanmak, trenin ray değiştirmeden sonsuza kadar gideceğini düşünmektir. Oysa kaderin hayal gücü bizimkinden daha renklidir. Artık çıkış yolunun kalmadığını sandığın bir durumda umutsuzluğun zirveye vardığında, rüzgâr hızıyla her şey değişir, altüst olur ve bir andan ötekine geçerken kendini yeni bir yaşantının içinde bulursun.”
İşte özgür olmanın sorumluluğunu alabilecek kadar içimizde kendimizle tamamlanmış hissettiğimiz an, engellere dışarıdan sert bir müdahale gelir. Asıl sükûnet, hayatımızın altının üstüne geldiğini zannettiğimiz fırtınadadır. İşte o fırtına sayesinde, şehir değiştirir gibi üstümüzdeki gökyüzünü değiştirmeye gerek olmadığını ve ruhumuzu değiştirince her şeyin mümkün olduğuna uyanırız.
İnsan ruhu, bir şeyi reddetmekten ziyade bir şeyi yaratma isteği üzerine yoğunlaşırsa tepkiyle zıt yöne gitmektense kendisine yakınlaşır…
Fırtına sırasında, insan ilk başta kendisini sonbaharda dökülmemek için kuru dala sıkıca tutunan yaprak gibi hisseder. Sonra egoyu ve tutunmayı teslim eder. Hayatının altının, aslında kendisine bir lütuf olarak geldiğini fark eder. O lütuf, onu tam da istediği noktaya getirir. Anlaşılır, haklılığını kanıtlar, sandım dediği her şeye uyanır… Tüm bunların pek bir kıymeti yoktur gözünde, çünkü onların yerini uyanmış bir bilinç almıştır artık. Sonunda kişi, dev dalgalarda dengede durmayı bilmeyen acemi bir miçodan, dümeni eline alan kaptana dönüşür. Kendi yolundan gönlünce gitmek istediğine karar verir…