Murat Menteş'in "Korkma Ben Varım" kitabını okuduğum sırada şu satırlara denk geldim: “Yine de insan istiyor ki, bir kişiyle olsun bu 'kalpteki sır', daha doğrusu 'kalbin sırrı' konusunda anlaşabilsin. Birisi "Evet" desin, "seni anlıyorum. Aynı dert bende de var."
Bu sözlerden sonra düşündüm de insan, derdi olduğunda aynı patikaları arşınlamış kişilere yöneliyor. İstiyor ki, okuyup izlediği kahramanlarda bile bir parçasına rastlasın yarasının… “Hah işte, bunu yaşıyorum” dediği denk gelişlerde bir tutam avuntu bulsun. Konuştuğu kişiler, aynı olmasa da benzer yollarda yürümüş olsun. Hatta o kişiler, bazen sadece dinlesin ya da en azından “seni anlamaya çalışıyorum” desin. Sarmaş dolaş olmadan da bütün olmanın hissini versin. Versin vermesine de o duygunun dokusunu bozmadan anlatabilmek her babayiğidin harcı değil. Ya zamansız anlatırsak, ya kabuk tutmak isterken daha da kanarsak diye endişe rüzgarları eser içimizde.
Mesela benim bu hayatta en zorlandığım konu derdimi anlatmak. Kendi kendimeyken derdimi kendime o kadar iyi anlatıyorum ki, iş başkasına anlatmaya gelince esas kısmı içimde kalıyor. İçimi kasıp kavuran o duyguyu yaşamak ayrı dert, yaşadığımı anlatmak ayrı dert. Tam anlatmak isterken, anlaşılmadığım zamanlardaki hislerim geliyor aklıma ve kendimi o halimden koruma içgüdüsü sarıyor her yanımı. Hafızam düşman oluyor sanki bana. Anlatamamak, kötü bir rüya görürken bağırmak isteyip de sesi çıkmayan insanın çırpınışı gibi…
Murathan Mungan, “Bir gün gelir ve dünyanın bir yerinde, yıllarca senin haberin olmadan yaşamış birine bütün hayatını anlatmak istersin" sözüyle içimizin taştığı anlara şahitlik ediyor.
Düş kırıklığı ihtimalini bile göze alıp anlatmaya başlayınca, nasıl da cüretkâr oluruz bir anda. Anlaşılıp anlaşılmadığımıza bakmadan, karşımızdakini kafamızdakine çevirerek başlarız anlatmaya. Karşı tarafın da anlatılanları kendi bilinciyle dinleyeceğinin farkında bile değilizdir. Kelimelere dökülen duygularımız, hissettiğimizden daha az algılanır. Söylediklerimize dair hemen bir kanaat oluşturulur. Görüşler ifade edilir. Hak vermek ya da vermemek arasında bir sarkaç gibi gider gelir karşı taraf. Anlatan için mutlak bir hakikat vardır, ama dinleyen o hakikatin ne kadarını sezer? Hikayesinin tamamını bilmediğimiz bir insanı ne kadar anlarız?
Yargımız değil saygımız olmalı anlatana…
Kişinin hikayesinin bizim için bir önemi olmayabilir. Ama bu bize, fütursuzca da dinleme hakkını vermez. Anlaşmak için, ortak dili konuşmanın zorunluluğu yok, duyguların denkliği yeter. Bu, aynı derde sahip olmak anlamına gelmiyor. Yani hangi duyguyla hemhalsek, o duyguyla dinleyip anlamaya çalışırız. Nasıl sevildiysek öyle sevmek gibi… Anlaşılmak ve sevilmek, sanki eş değerde mutluluk veriyor insana. Hele ki anlaşılmak istediğimiz kalpten eminsek, tadından yenmiyor o mutluluğun...
Anlaşılmadığımız anlarda yüreğimiz dağlanır, anlattıklarımızın pişmanlığıyla içten içe yok olma hissini yaşarız. Sonra bir söz fısıldar kalbimize:
Böyle durumlarda, anlaşılmadığım yerde durmam gibi klişe bir kaçış planı hazırlamayın kendinize. Bazen, anlaşılmak için zaman doğru değilken, karşı taraf da anlamaya hazır değildir. Hayat, bazı şeyleri kendi içinizde çözümlemenizi istiyor olabilir. Kimse kimseyi çözemez ve çözmek zorunda da değil. Bir an gelir, bizim göremediğimiz bir pencereden oda gün ışığıyla dolar ve biz hala pencereyi ararız. Çözüm içimizde, sadece sessizlikle teslimiyette.
Anlaşılmadığımı düşündüğüm her an, o insanla aramdan çekiliyorum ve içime sızmaya çalışan olumsuzluk kırıntılarına izin vermeden kendim için doğru anın gelmesini bekliyorum. Haklıysanız ve yüreğinizden susuyorsanız, tekrar konuşma hakkı er ya da geç size gelecektir… Yeter ki zaman verin o duyguya. Umut yorgunu olmadan yapın bunu, herkes kalbinin renginde sürdürüyor bu hayatı ve karşılığını alıyor.
Anlaşılmadım diye hayıflanıp, hala kendinize ıstırap çektiriyorsanız o saatten sonra başkası size çektirdiği için değil, bas baya zihninize hükmeden zorbalığa boyun eğdiğiniz içindir.
Sylviane Herpin’in sözleriyle konuya daha da derinlik katarak yazımı burada tamamlıyorum:
“Düşündüğünüz, söylemek istediğiniz, söylediğinizi sandığınız, söylediğiniz, karşınızdakinin duymak istediği, duyduğu, anlamak istediği, anladığını sandığı, anladığı arasında farklar vardır.
Dolayısıyla insanların birbirini yanlış anlaması için en az 9 ihtimal var.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ayşegül ELİAÇIK GÜDÜK
Anlatabilmek zor, anlaşılmak çok daha zor
Murat Menteş'in "Korkma Ben Varım" kitabını okuduğum sırada şu satırlara denk geldim: “Yine de insan istiyor ki, bir kişiyle olsun bu 'kalpteki sır', daha doğrusu 'kalbin sırrı' konusunda anlaşabilsin. Birisi "Evet" desin, "seni anlıyorum. Aynı dert bende de var."
Bu sözlerden sonra düşündüm de insan, derdi olduğunda aynı patikaları arşınlamış kişilere yöneliyor. İstiyor ki, okuyup izlediği kahramanlarda bile bir parçasına rastlasın yarasının… “Hah işte, bunu yaşıyorum” dediği denk gelişlerde bir tutam avuntu bulsun. Konuştuğu kişiler, aynı olmasa da benzer yollarda yürümüş olsun. Hatta o kişiler, bazen sadece dinlesin ya da en azından “seni anlamaya çalışıyorum” desin. Sarmaş dolaş olmadan da bütün olmanın hissini versin. Versin vermesine de o duygunun dokusunu bozmadan anlatabilmek her babayiğidin harcı değil. Ya zamansız anlatırsak, ya kabuk tutmak isterken daha da kanarsak diye endişe rüzgarları eser içimizde.
Mesela benim bu hayatta en zorlandığım konu derdimi anlatmak. Kendi kendimeyken derdimi kendime o kadar iyi anlatıyorum ki, iş başkasına anlatmaya gelince esas kısmı içimde kalıyor. İçimi kasıp kavuran o duyguyu yaşamak ayrı dert, yaşadığımı anlatmak ayrı dert. Tam anlatmak isterken, anlaşılmadığım zamanlardaki hislerim geliyor aklıma ve kendimi o halimden koruma içgüdüsü sarıyor her yanımı. Hafızam düşman oluyor sanki bana. Anlatamamak, kötü bir rüya görürken bağırmak isteyip de sesi çıkmayan insanın çırpınışı gibi…
Murathan Mungan, “Bir gün gelir ve dünyanın bir yerinde, yıllarca senin haberin olmadan yaşamış birine bütün hayatını anlatmak istersin" sözüyle içimizin taştığı anlara şahitlik ediyor.
Düş kırıklığı ihtimalini bile göze alıp anlatmaya başlayınca, nasıl da cüretkâr oluruz bir anda. Anlaşılıp anlaşılmadığımıza bakmadan, karşımızdakini kafamızdakine çevirerek başlarız anlatmaya. Karşı tarafın da anlatılanları kendi bilinciyle dinleyeceğinin farkında bile değilizdir. Kelimelere dökülen duygularımız, hissettiğimizden daha az algılanır. Söylediklerimize dair hemen bir kanaat oluşturulur. Görüşler ifade edilir. Hak vermek ya da vermemek arasında bir sarkaç gibi gider gelir karşı taraf. Anlatan için mutlak bir hakikat vardır, ama dinleyen o hakikatin ne kadarını sezer? Hikayesinin tamamını bilmediğimiz bir insanı ne kadar anlarız?
Yargımız değil saygımız olmalı anlatana…
Kişinin hikayesinin bizim için bir önemi olmayabilir. Ama bu bize, fütursuzca da dinleme hakkını vermez. Anlaşmak için, ortak dili konuşmanın zorunluluğu yok, duyguların denkliği yeter. Bu, aynı derde sahip olmak anlamına gelmiyor. Yani hangi duyguyla hemhalsek, o duyguyla dinleyip anlamaya çalışırız. Nasıl sevildiysek öyle sevmek gibi… Anlaşılmak ve sevilmek, sanki eş değerde mutluluk veriyor insana. Hele ki anlaşılmak istediğimiz kalpten eminsek, tadından yenmiyor o mutluluğun...
Anlaşılmadığımız anlarda yüreğimiz dağlanır, anlattıklarımızın pişmanlığıyla içten içe yok olma hissini yaşarız. Sonra bir söz fısıldar kalbimize:
“Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma!” -Rumi-
Böyle durumlarda, anlaşılmadığım yerde durmam gibi klişe bir kaçış planı hazırlamayın kendinize. Bazen, anlaşılmak için zaman doğru değilken, karşı taraf da anlamaya hazır değildir. Hayat, bazı şeyleri kendi içinizde çözümlemenizi istiyor olabilir. Kimse kimseyi çözemez ve çözmek zorunda da değil. Bir an gelir, bizim göremediğimiz bir pencereden oda gün ışığıyla dolar ve biz hala pencereyi ararız. Çözüm içimizde, sadece sessizlikle teslimiyette.
Anlaşılmadığımı düşündüğüm her an, o insanla aramdan çekiliyorum ve içime sızmaya çalışan olumsuzluk kırıntılarına izin vermeden kendim için doğru anın gelmesini bekliyorum. Haklıysanız ve yüreğinizden susuyorsanız, tekrar konuşma hakkı er ya da geç size gelecektir… Yeter ki zaman verin o duyguya. Umut yorgunu olmadan yapın bunu, herkes kalbinin renginde sürdürüyor bu hayatı ve karşılığını alıyor.
Anlaşılmadım diye hayıflanıp, hala kendinize ıstırap çektiriyorsanız o saatten sonra başkası size çektirdiği için değil, bas baya zihninize hükmeden zorbalığa boyun eğdiğiniz içindir.
Sylviane Herpin’in sözleriyle konuya daha da derinlik katarak yazımı burada tamamlıyorum:
“Düşündüğünüz, söylemek istediğiniz, söylediğinizi sandığınız, söylediğiniz, karşınızdakinin duymak istediği, duyduğu, anlamak istediği, anladığını sandığı, anladığı arasında farklar vardır.
Dolayısıyla insanların birbirini yanlış anlaması için en az 9 ihtimal var.
Anlaşılmak ama önce anlamak ümidiyle…