Hepimiz endişesiz, kaygısız, korkusuz doğarız. Belirli bir bilinç seviyesine gelene kadar da çabasız yaşar, ailemizle ve yakın çevremizle kurduğumuz bağ ile kendimizle olan ilişkimizi modelleriz. Çocukken kendin olabilmeye giden yolun çetin olduğu duygusunun aşılanması, ruhumuzun gereksinim duyduğu şeylerin ulaşılmaz olduğu düşüncesini zihnimize kazır. Farkındalığımız başlayana kadar, küçükken yaşadığımız her tecrübenin bilinçaltımıza nasıl depolandığını bilmiyoruz. Ta ki, psikanalistlerin babası Carl Gustav Jung’un “Bilinçaltı düşüncelerimiz bilince çıkmadıkça, karşımıza kader olarak çıkar!” sözünün perde arkasına uyanana kadar…
Büyüme döneminde bize acı veren deneyimler yaşadıkça, tetikleniriz. Tetiklendiğimiz her konu bizi geçmişte saklanan ham bir yaraya götürür. Ham diyorum, çünkü henüz onu olgunlaştırıp dalından söküp atmadığımız için orada öylece bekler. İşte bunlar karanlığa gömülen gölge yanlarımızdır. Kendimizde olduğunu bile bilmediğimiz, bazen kabul etmediğimiz bastırılmış düşünceleri, dürtüleri, arzuları, zayıflıkları ve eksiklikleri kapsar.
Ben bu gölgelerimizle tanışma yolcuğunu, matruşka bebeklerine benzetirim. Bilinçaltını her kazıdığımızda daha küçük bir gölge yanımızı karşımıza çıkarması gibi. Hayatın darbeleri, bebekleri sırasıyla açtırmak için görevine soyunmaya başlar. İlk bebeği kolayca açarız çünkü en saklayamadığımız karanlık yönümüzdür. Hemen içinden çıkar, öyle geçmişin koridorlarında çok vakit kaybettirmez. Yavaş yavaş diğerlerini açtırmak için kolları sıvayan hayat karşısında, bazen direnir bazen de teslim oluruz. Açtıkça esas kara kutuya doğru yol alırız. En sinsisi, hayatımızı baştan aşağı yönlendireni, en derinlerde saklıdır.
Zihnimizin gürültüsünün kalbimizi esir aldığı bazı anlar vardır. Bu öyle bir sorundur ki, “aldım, kabul ettim gibi mucizevi dönüşümlerle”, hallolacak cinsten değildir. Hal böyleyken, uzun bir süredir yazmaktan kaçtığım bir dönem oldu. Belki de kuracağım cümleleri biraz dinlenmeye ve okumaya tercih ettim. Artık yazamadığımı fark ettiğim sırada tanıştım en küçük matruşka bebeğimle. Gönül heybenize katkısı olsun diye, bu tanışma hikayemi paylaşmak istiyorum.
Küçüklüğümden beri hedeflerimi yerine getirmek için hep idealist ve titiz bir insan olmaya özen gösterdim. Başardıklarımı cebime koydum, başaramadıklarımın üzerinde de pek durmadım. İşte bu durmayışımın altında saklı gölgem, beni içten içe esir almış ve ne zaman olduramadıklarımla karşılaşsam alttan alttan ördüğü ağı daha da sıkılaştırmış. Duygusal olarak içinden çıkamadığım bir ruh halindeyken, aldığım profesyonel bir destek sırasında belirdi bu gölge yanım. Aslında negatif bilinçaltı kodlamalarını çoktan aşmıştım, bunun üzerine yaptığım okumalar, aldığım eğitimlere göre bilinçli zihin ile bilinçaltı iki düşmandı. Ama, bazı haller başına gelmeden onları yokmuş gibi düşünmekti benimkisi.
Tüm kalbimle olmasını istediğim şey için engelleri aşmış hazırdım. Buz dağının görünen kısmı netti, altındaki neydi? İşin uzmanıyla, bilinçaltı sondajına başladığımız sırada, o gölgeyi nereden yakalayacağını o kadar iyi biliyordu ki, gölgenin kulağından tuttuğu gibi önüme koydu. Olmasını istediğim şeydeki derinlik, çocuk yaşımda isteyip de olduramadığım bir olaydaki duyguyla eş değerdi. O yaştan bu yaşa kadar hiçbir şeyi bu denli istemediğim gerçeğine uyandım. Peki çocuk yaşta bilinçaltıma kodladığım şey neydi? Bir şeyi çok istemenin beraberinde getirdiği “imkânsızlık duygusu”! İyi güzel de bu düalite herkeste var diyerek, ikna olmamak için tez çürütüyordum aklımca.
“Sen, sendeki hal bulmuş olanına odaklan” diye minik çaplı bir dokunuşla şu sözler geldi ardından: “Bilinçaltında, yani buzdağının görünmeyen kısmında kayıtlı olumsuz kodlar, bize komut verdiğinde bilinçli düşünme sistemini kapatır. İnsan, o an sürekli çalkalanan, dönüp duran zihninden kaçmak istese de kaçamaz. Bilinçaltımız, davranışlarımıza yön veren, ortada engel yokken bile kötü bir şey olacakmış hissi verdiren kafestir. Bilinçli zihni devre dışı bıraktıktan sonra, adeta geri çekilip seyirci kalır. Niyeti eylemin altına diri diri gömdürür ve aslolanı göstertmemek için elinden geleni yapar…”
Çocuk yaştaki ilk hayal kırıklığına ait karın ağrısını söylememek, ilk güvensizlik, ilk yalnızlık… Tüm bunların arkasından güvenli bir alan oluşturulmaması, imkânsızlık duygusu olarak kodlanıyor ki bu kod: “Ne zaman bir şeyi çok istesem, mutlu olmaya kalksam karşıma imkansızlık duygusunun çıkması inancıdır” … “Çocuklar, incindikleri için travma yaşamazlar. Acılarıyla yalnız kaldıkları için travma yaşarlar” der Gabor Maté. Bu durumda, daha eksiksiz bir birey olabilmek için gölgemi kucaklamayı öğrenmek zorundaydım… Kendini gerçekleştirmek geleneksel anlamda daha iyi bir insan olmak değil, gerçekte kim olduğumuzla ilgili olgunlaşmaktır. Duyguları gizlemeden özündeki ‘ben’e soyunmak gibi…
En iyi niyetlerimizi her anlamda köstekleyen bilinçaltımızdır. Bilinçaltı, bilinçli zihnin tam aksine davranır. Halbuki gerçeği bilen bilinçli zihindir, onu ne kadar istediğini, uğruna ne kadar çabaladığını… Her şey yolunda giderken bir şey çıkmasın dürtüsüyle ruhumuzdaki çığlığın sesi çok az duyulur. İşte bu yüzden ne kadar çok açarsak matruşkalarımızı, o kadar iyi tanıyabiliriz kendimizi. Sırf içimizdeki en küçük parça, bizi yutmasın diye...
Ne güzel demiş Rumi; "iyi niyet, gül bahçesine benzer. Sen tepeden tırnağa kadar düşüncesin. Gerisi kemikler ve dokulardan ibarettir. Eğer düşüncelerin gül gibiyse baştan aşağı bir gül bahçesisin; şayet diken gibiyse sen de bir diken bahçesindesin."
İnsanların acıya alışık olması, acımadığı anlamına gelmez. Sadece acısını belli etmemeyi iyi bildiği anlamına gelir. Nefesimizde, kalp atışımızda, kanımızda dolaşan, iliğimize işleyen, ruhumuzun kendisi olan sevgiyle her şey iyileşir…
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
Söz Bursa
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ayşegül ELİAÇIK
Bir matruşka hikayesi
Hepimiz endişesiz, kaygısız, korkusuz doğarız. Belirli bir bilinç seviyesine gelene kadar da çabasız yaşar, ailemizle ve yakın çevremizle kurduğumuz bağ ile kendimizle olan ilişkimizi modelleriz. Çocukken kendin olabilmeye giden yolun çetin olduğu duygusunun aşılanması, ruhumuzun gereksinim duyduğu şeylerin ulaşılmaz olduğu düşüncesini zihnimize kazır. Farkındalığımız başlayana kadar, küçükken yaşadığımız her tecrübenin bilinçaltımıza nasıl depolandığını bilmiyoruz. Ta ki, psikanalistlerin babası Carl Gustav Jung’un “Bilinçaltı düşüncelerimiz bilince çıkmadıkça, karşımıza kader olarak çıkar!” sözünün perde arkasına uyanana kadar…
Büyüme döneminde bize acı veren deneyimler yaşadıkça, tetikleniriz. Tetiklendiğimiz her konu bizi geçmişte saklanan ham bir yaraya götürür. Ham diyorum, çünkü henüz onu olgunlaştırıp dalından söküp atmadığımız için orada öylece bekler. İşte bunlar karanlığa gömülen gölge yanlarımızdır. Kendimizde olduğunu bile bilmediğimiz, bazen kabul etmediğimiz bastırılmış düşünceleri, dürtüleri, arzuları, zayıflıkları ve eksiklikleri kapsar.
Ben bu gölgelerimizle tanışma yolcuğunu, matruşka bebeklerine benzetirim. Bilinçaltını her kazıdığımızda daha küçük bir gölge yanımızı karşımıza çıkarması gibi. Hayatın darbeleri, bebekleri sırasıyla açtırmak için görevine soyunmaya başlar. İlk bebeği kolayca açarız çünkü en saklayamadığımız karanlık yönümüzdür. Hemen içinden çıkar, öyle geçmişin koridorlarında çok vakit kaybettirmez. Yavaş yavaş diğerlerini açtırmak için kolları sıvayan hayat karşısında, bazen direnir bazen de teslim oluruz. Açtıkça esas kara kutuya doğru yol alırız. En sinsisi, hayatımızı baştan aşağı yönlendireni, en derinlerde saklıdır.
Zihnimizin gürültüsünün kalbimizi esir aldığı bazı anlar vardır. Bu öyle bir sorundur ki, “aldım, kabul ettim gibi mucizevi dönüşümlerle”, hallolacak cinsten değildir. Hal böyleyken, uzun bir süredir yazmaktan kaçtığım bir dönem oldu. Belki de kuracağım cümleleri biraz dinlenmeye ve okumaya tercih ettim. Artık yazamadığımı fark ettiğim sırada tanıştım en küçük matruşka bebeğimle. Gönül heybenize katkısı olsun diye, bu tanışma hikayemi paylaşmak istiyorum.
Küçüklüğümden beri hedeflerimi yerine getirmek için hep idealist ve titiz bir insan olmaya özen gösterdim. Başardıklarımı cebime koydum, başaramadıklarımın üzerinde de pek durmadım. İşte bu durmayışımın altında saklı gölgem, beni içten içe esir almış ve ne zaman olduramadıklarımla karşılaşsam alttan alttan ördüğü ağı daha da sıkılaştırmış. Duygusal olarak içinden çıkamadığım bir ruh halindeyken, aldığım profesyonel bir destek sırasında belirdi bu gölge yanım. Aslında negatif bilinçaltı kodlamalarını çoktan aşmıştım, bunun üzerine yaptığım okumalar, aldığım eğitimlere göre bilinçli zihin ile bilinçaltı iki düşmandı. Ama, bazı haller başına gelmeden onları yokmuş gibi düşünmekti benimkisi.
Tüm kalbimle olmasını istediğim şey için engelleri aşmış hazırdım. Buz dağının görünen kısmı netti, altındaki neydi? İşin uzmanıyla, bilinçaltı sondajına başladığımız sırada, o gölgeyi nereden yakalayacağını o kadar iyi biliyordu ki, gölgenin kulağından tuttuğu gibi önüme koydu. Olmasını istediğim şeydeki derinlik, çocuk yaşımda isteyip de olduramadığım bir olaydaki duyguyla eş değerdi. O yaştan bu yaşa kadar hiçbir şeyi bu denli istemediğim gerçeğine uyandım. Peki çocuk yaşta bilinçaltıma kodladığım şey neydi? Bir şeyi çok istemenin beraberinde getirdiği “imkânsızlık duygusu”! İyi güzel de bu düalite herkeste var diyerek, ikna olmamak için tez çürütüyordum aklımca.
“Sen, sendeki hal bulmuş olanına odaklan” diye minik çaplı bir dokunuşla şu sözler geldi ardından: “Bilinçaltında, yani buzdağının görünmeyen kısmında kayıtlı olumsuz kodlar, bize komut verdiğinde bilinçli düşünme sistemini kapatır. İnsan, o an sürekli çalkalanan, dönüp duran zihninden kaçmak istese de kaçamaz. Bilinçaltımız, davranışlarımıza yön veren, ortada engel yokken bile kötü bir şey olacakmış hissi verdiren kafestir. Bilinçli zihni devre dışı bıraktıktan sonra, adeta geri çekilip seyirci kalır. Niyeti eylemin altına diri diri gömdürür ve aslolanı göstertmemek için elinden geleni yapar…”
Çocuk yaştaki ilk hayal kırıklığına ait karın ağrısını söylememek, ilk güvensizlik, ilk yalnızlık… Tüm bunların arkasından güvenli bir alan oluşturulmaması, imkânsızlık duygusu olarak kodlanıyor ki bu kod: “Ne zaman bir şeyi çok istesem, mutlu olmaya kalksam karşıma imkansızlık duygusunun çıkması inancıdır” … “Çocuklar, incindikleri için travma yaşamazlar. Acılarıyla yalnız kaldıkları için travma yaşarlar” der Gabor Maté. Bu durumda, daha eksiksiz bir birey olabilmek için gölgemi kucaklamayı öğrenmek zorundaydım… Kendini gerçekleştirmek geleneksel anlamda daha iyi bir insan olmak değil, gerçekte kim olduğumuzla ilgili olgunlaşmaktır. Duyguları gizlemeden özündeki ‘ben’e soyunmak gibi…
En iyi niyetlerimizi her anlamda köstekleyen bilinçaltımızdır. Bilinçaltı, bilinçli zihnin tam aksine davranır. Halbuki gerçeği bilen bilinçli zihindir, onu ne kadar istediğini, uğruna ne kadar çabaladığını… Her şey yolunda giderken bir şey çıkmasın dürtüsüyle ruhumuzdaki çığlığın sesi çok az duyulur. İşte bu yüzden ne kadar çok açarsak matruşkalarımızı, o kadar iyi tanıyabiliriz kendimizi. Sırf içimizdeki en küçük parça, bizi yutmasın diye...
Ne güzel demiş Rumi; "iyi niyet, gül bahçesine benzer. Sen tepeden tırnağa kadar düşüncesin. Gerisi kemikler ve dokulardan ibarettir. Eğer düşüncelerin gül gibiyse baştan aşağı bir gül bahçesisin; şayet diken gibiyse sen de bir diken bahçesindesin."
İnsanların acıya alışık olması, acımadığı anlamına gelmez. Sadece acısını belli etmemeyi iyi bildiği anlamına gelir. Nefesimizde, kalp atışımızda, kanımızda dolaşan, iliğimize işleyen, ruhumuzun kendisi olan sevgiyle her şey iyileşir…