Daha önce de bahsetmiştim;
Tavlada; altı yüzüne birden altıya kadar rakamların yazıldığı bir çift küp yani zarlar, havadan tavla denen iki bölümlü on beşerden toplam otuz pulun bulunduğu oyun alanına atılır.
Yirmi dört kapıya yerleştirilen iki farklı renkteki pullardan onbeşi bir oyuncuya, onbeşi de diğer oyuncuya aittir. Pullar tavlaya atılan zarların geldikleri sayı değerine göre iki parçada oynanır. Zarlar aynı rakamsa yani “çift” gelmişse, sayı değerinin; örneği 6 gelmişse, pullarınızla açık olan kapılarda 4 katı yani toplam 24 hamle yapabilirsiniz. Rakamların Farsça terkiple söylenmesi ise ustalık ve deneyim gerektirir. Tavla, oyuncunun zar tutma yeteneği yoksa zamanla kazanılan ustalık ama daha çok şans oyunudur.
Mangala ise Türkistan kökenli düz tahta üzerine açılan oniki oyuk (kuyu), sağda ve solda iki hazneden oluşur. İlk başta her kuyuda dörder taş bulunur. Bu taşlar kimseye ait değildir. Bu taşları zar gibi şans belirleyici araç olmadan daha çok toplama üzerine kurulur. Burada her taşın ayrı bir değeri yoktur. Tecrübe ve matematik ister.
Satranç ise tam bir askeri disiplin ve uzun soluklu beyin çalıştırma karşı tarafın aklını okuma, oyun kabiliyetini düşürmeye yönelik hamleler oyunudur. Vezir, at, fil, kale, tabi ki şah vardır. Onların önünde de piyonlar. Asıl olan vezire sahip olmak şahı kaptırmamaktır. Strateji oyunudur.
***
Bu oyunların tamamının kökeni Asya’dır.
1990 yılından sonra SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetleri bağımsız oldular. Türkiye ile ilişkiler geliştirdiler. Tabi ki en büyük projelerden biri eğitim projesiydi. Merkez kampusu Kazakistan’da (Türkistan) bulunan Ahmet Yesevi Üniversitesi iki devletin ortak yüksek öğretim kurumuydu. “Türk Cumhuriyetleri ile Türk ve Akraba Toplulukları Öğrenci Projesi” ise başlı başına “büyük” bir projeydi. Hasbelkader 1992-95 yılları arasında resmen yürütmesinde bulunduğum bu projenin sahibi devlet adına Süleyman Demirel idi. Bol keseden “her yıl onbin kişi gelsin” demiş, Başdanışmanı Namık Kemal Zeybek, Türk Cumhuriyetleri kısmından sorumlu Acar Okan, Balkanlardan Sorumlu Mustafa Kahramanyol’un koordinesinde iki bin kişilik kontenjana bağlanmıştı.
Her yıl YÖK’te yapılan toplantıda kontenjan paylaşılırdı. Balkanların kontenjanı üçyüzdü. Bağımsız devletlerin kontenjanları da üçyüzerdi. Çevre Sokak’ta katıldığım ilk toplantıda Başbakanlık yazılı masanın arkasında “geçici personel” olarak yerimi almıştım. Tanıtım kartımda ise “Öğrenci İşleri Sorumlusu” yazıyordu. Üç kişilik masanın yönetime yakın kısmına oturdum. Yanıma gözleri ışıl ışıl, gözlüklü bir beyefendi geldi. Öner Kabasakal. Başbakanlık Müşaviri. Sonra ortadaki boş sandalyeye de Hüseyin Erdem. Eski Kültür Bakanı müsteşar yardımcısı. Başbakanlık Balkan İşleri Müşavirliği Meşrutiyet Caddesinde, Türk Cumhuriyetleri ile İlişkiler Müşavirliği de Cinnah Caddesinde olduğu için daha önce hiç karşılaşmamıştık.
Toplantı başlayınca her kurum görüşlerini beyan etti. Ülkeler ve gelen öğrenciler ile ilgili sıkıntılar ve güzellikler anlatıldı. Acar Okan kalın kaşı altında yumulu gözlerle gülümseyerek, özveriden, cömertlikten bahsediyor, sonunda sözü hoşgörüye bağlıyordu.
O günü unutmuyorum. Öner Bey’in çıkışta gülümseyerek “Başbakanlığı sen temsil ettin” sözünün altındaki kinayeyi de sonra anladım. Başa oturmuş, bazı konularda bilgim olmasa da Balkanlara kontenjanın beşyüz olmasını istemiştim. YÖK genel sekreter yardımcısı Süleyman Serdaroğlu da gülümseyerek “üçyüzü dolduralım, başka ülkelerin kullanmadığı kontenjanları Balkanlara verelim” dedi. Salonun tamamı nezaket gülümsemesi ile bana baktı. Ben ise o sırada kendimi muzaffer bir paşa olarak gördüm!
İşte bu heyecanla başladım. Bizim stratejik Balkan açılımı böyle başladı. Öğrenci projesinin temelinde “Türkçe konuş” vardı. Lisan olmadan insan olmuyordu. 1995’te bu proje ismi “Türk Cumhuriyetleri ve Müslüman Topluluklar” olarak değiştirildi. Bugünlerdeki adı ise “Büyük Öğrenci Projesi”.
Türklere Türkçenin öğretildiği TÖMER eğitimine isyanlar vardı. Oysa orada tanıdı gençler birbirlerini. İsterseniz denemesi bedava bir sorun Balkanlarda, “TÖMER eğitimi size ne kattı?” diye. Konya ve Ankara’da toplandı Balkanlılar. 150’şer kişi. Mezun olan herkesin her ülkede tanıdığı var şimdi. Sonra satranç, mangalaya döndü işler. Kuyular, herkesin değeri bir. Dağıt, topla.
Bugünlerde Büyük Öğrenci Projesi’ne hem rağbet az hem de tavla… Zar ne gelirse, doğrudan fakülteye. Kimse kimseyi tanımadan mezun oluyor. Oradaki Türk toplum önderlerine güvenmedikleri veya paramparça ettikleri gelenleri kendileri ülkelerde seçiyorlar. Ne yolluklar ne yollar… Gidip seçiyorlar. Sonra “Türkiye mezunlarını” toplamak için dernekler kuruluyor. Hepsi Türkiye’den bağımsızlığını alan Balkan ülkelerinde “Türkiye Mezunları”.
Bunları stratejisiz, taktik değeri bile olmayan tavla zarı ile yapanlar. 2023’ten bu yana kendine yeni bir açılım arayan, her ülkede kendi ülkelerinde okuttuğu üniversite mezunlarının da yardımları ile yıllardır emek verilen “hepimiz kardeşiz” türküsünden öteye gitmeyen tahta kulelerle övündüğümüz, boşa kaynakların heba edildiği kurumların kapısına birer asma kilit vurun.
Aksakallısının “Türklükle meselesi” olduğu, “yes be anem mavrası” ile Denktaş’ın ömrünü çalanların, Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye girişine engel olmayanların, “Akdeniz’de, Balkanlar’da bizi dışlayamazsınız” naraları boşunadır.
Türkistan Devletlerinin birer birer “Kıbrıs Cumhuriyeti”nde elçilik açması AB’nin 12 milyar dolar hibe programının bir şartı olduğunu göz ardı etmemeleri gerekir. Asıl bize neyin karşısında ne vadedildi de alamadık ona bakmalı.
Bugün Türkiye’deki nümayişlerin bile Türk dış politikasının fiyaskosunu kapatma, toplumun zaten duymak istemediği acı gerçeklerden kutuplaştırıcı siyasetin bir parçası olma eğilimi olan halkımızdan ne kaçırılıyor sizce?
Yoksa Türkistan Devletlerinin birer birer Kıbrıs Cumhuriyeti adı ile tanıdıkları Kıbrıs Rum Kesimine yönelik Türk Dışişlerinde yeni bir “Annan Planı” ve “yes be annem” hazırlığı mı var?
Zira Gagauz Başkanının tutuklanması ve Türk Cumhuriyetleri’nin Kıbrıs Rum Kesimini tanıyıp KKTC’yi dışlaması karşısında derin sessizlik pek hayra alamet değil.
***
Unutmadan…
Tavlada oyunun sonuna doğru artık kazanan bellidir. Bazen de rakibe pul aldırmadan oyunu bitirir, rakibinizi “mars” edersiniz.
Satrançta ise strateji ve oyun kurma o kadar zaman alır ki.
Son anda anlarsınız kaybettiğinizi. Aslında ne piyonlar almışınızdır. Ne kaleler fethetmişinizdir. İnceden bir ses duyarsınız “şah” diye.
Önce yüzünüzü ateş basar.
Beyniniz yanar.
Sonrası çoğu zaman “mat”tır.
Kayıptır.
Bu günlerde “şah” sesini duyar gibiyim.
Sonumuz inşallah mat olmaz.
İnşallah
Tebrijler değerli dostum.Her satırın altına imzamı atarım.
Harika bir yazı Abdullah Hocam, kaleminize sağlık...