Gözümüze düşen beğeni, aklımıza düşen tutku, peki ruhumuza düşen aşk mı?
İnsan ancak ruhuna düşenle tamamlanıyor, aksi tamamen sandıklarından ibaret. Sevdiğimize dair ne varsa tadı ruhumuza değdiği an, bütün ruhumuzla içinde buluruz kendimizi…
Yüzyıllardır tarihe ve edebiyata kazınan, bazen kavuşan bazen ayrı düşen en ölümsüz sevgiler etkileyiciliğini hiç yitirmeyen aşk örneklerinden. Adını tarihe yazdıran başarılara imza atmış kişiler ya da isimlerini hiç duymadığımız sessiz kahramanlar, ruhlarına düşenin peşinden gidenlerdir…
Bir işin sonunu düşünmek akıl işidir belki, ama tüm şartlar bize uyduğu halde ruhumuza dokunmayan herkes, her şey bizi esiri yapar. Modernizmin başlamasıyla algılarımızı dağıtarak esiri olduklarımız bizi bizden kopardı. Dayatılmış kuralların içinde kaybolmuşluk duygusuyla, kendimizden uzaklaştık. Oysa her yazımda umudumuzun hep kendimizde olduğunu savunmaya çalışıyorum.
İnsanın bütün umudunun kendisinde olması; bütün biat etmelere, korkulara, savrulup gitmelere karşı direnç oluşturur. Ancak tüm duygularıyla yüzleşebilecek cesareti olan, her yere aitmiş gibi hissetmez. Kendini kandırma eşiği düşüktür…
Dillere destan olan hikayelerin dayandığı temel nokta, sürüklenmek değil varoluşunun hissettiği ışığı takip etmektir. Zahmetsiz olan, kendini sev bencilliğinin sevgi olduğu yanılgısına düşerek sevgiyi hem mucizeler yaratan hem de yaralayan bir araç olarak kullanmak…
“Sevgi ne bir insanı ezen yüksek bir güç, ne de ona zorla dayatılan bir görevdir; o, insanın kendi öz gücüdür ve kişi de bu sayede kendini dünyayla ilişki içerisine koyar ve dünyayı gerçekten kendinin yapar” sözüyle Erich Fromm, gerçek aşkı, sevgiyi insanın başını yasladığı omuz gibi göstermiş.
Yarım kalmaların sebeplerinden biridir zannedişlerimiz. Kişilere, nesnelere, kavramlara daha çok veya daha az anlam yükleriz. İçimiz tıka basa ummakla dolar, oysa sevmek başkasında, başka bir şeyde kendimizi görmek değil miydi? Ruh aynamızın karşısına geçip özümüzden yaydığımız sevgiyle yepyeni bir ben inşa etmek…
Rivayete göre 80 yaşlarında boşanmak isteyen bir çift varmış. Kadın hâkim karşısında, 50 yıldır kocasının onu bezdirdiğine dair serzenişte bulunmuş. Başlamış hikayesini anlatmaya… 50 yıl önce, eşinin kendisine verdiği çiçeklerin arasından bir yaprağı tohumlamış, büyütmüş. Çocukları olmadığından “sedef çiçeğini” yavrusu bilmiş. Çiçek kuruyunca adak adamış, her gece güneş doğmadan önce bir tas su ile sulayacakmış onu. 50 yıl boyunca sulamış sulamasına, ama eşi de bir kez olsun kalkıp yardım etmemiş. Bir gece uyuyakalmış kadın, adam çiçeği sulamayınca kadının canına tak etmiş. Eşinin hiçbir görevi yerine getirmediğini, o olmadan daha mutlu olacağını düşünmüş. Söz hakkı adama geçmiş, adam zamanında askerliğini bahçıvan olarak yaptığı bahçesine ne kadar çok emek verdiğinden bahsetmiş. Eşini ve Sedefleri orada tanımış. İlk evlendikleri günlerden birinde boyun ağrısından dolayı eşini doktora götürmüş. Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir demiş. Her gece uykusunu bölüp, uyanıp gezinmesi gerekiyormuş. Doktoru dinlememiş kadın, o günlerde tesadüf sedef çiçeği kurumuş. Geceleri sularsa geçeceğini söylemiş eşi. Adak diletmiş. Her gece onu uyandırmış ve seyretmiş… Eşi yattıktan sonra uyanmış, saksıdaki suyu boşaltmış. Çünkü Sedef sulanmayı sevmezmiş. Geçen gece de uyanamamış işte adam… Dolayısıyla eşini de uyandıramamış… Çiçek susuz kalabilirmiş adama göre, ama görünmez gerçek eşinin boyun ağrısıymış... Velhasıl adam suçlanmış, ama sessiz kalmış…
Mahkeme salonunda herkesin sustuğu o anın sessizliğini İclal Aydın’ın sözleriyle ancak bozabilirdim… “Kocaman bir yığın olmuştu saklanan, yok sayılan, ertelenen acılar, anılar. Yanılgılar, zannedişler, erteleyişler... Hele o söylenememiş sözler...
Kendimizi öğrenmek, anlamak zordur, yalnızlık ve sessizlik ister… Günümüz insanının mutluluğu gibi dilediği her şeye sahip olmak değildir. Bazen sessizce sevmek, en büyük dramdır… Bazen belki de sabırla, uzun arayışlarla ruha düşeni görmeni sağlamakta sana en büyük yardımcı güçtür…
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ayşegül ELİAÇIK GÜDÜK
Ruha düşeni kalp hisseder
Gözümüze düşen beğeni, aklımıza düşen tutku, peki ruhumuza düşen aşk mı?
İnsan ancak ruhuna düşenle tamamlanıyor, aksi tamamen sandıklarından ibaret. Sevdiğimize dair ne varsa tadı ruhumuza değdiği an, bütün ruhumuzla içinde buluruz kendimizi…
Yüzyıllardır tarihe ve edebiyata kazınan, bazen kavuşan bazen ayrı düşen en ölümsüz sevgiler etkileyiciliğini hiç yitirmeyen aşk örneklerinden. Adını tarihe yazdıran başarılara imza atmış kişiler ya da isimlerini hiç duymadığımız sessiz kahramanlar, ruhlarına düşenin peşinden gidenlerdir…
Bir işin sonunu düşünmek akıl işidir belki, ama tüm şartlar bize uyduğu halde ruhumuza dokunmayan herkes, her şey bizi esiri yapar. Modernizmin başlamasıyla algılarımızı dağıtarak esiri olduklarımız bizi bizden kopardı. Dayatılmış kuralların içinde kaybolmuşluk duygusuyla, kendimizden uzaklaştık. Oysa her yazımda umudumuzun hep kendimizde olduğunu savunmaya çalışıyorum.
İnsanın bütün umudunun kendisinde olması; bütün biat etmelere, korkulara, savrulup gitmelere karşı direnç oluşturur. Ancak tüm duygularıyla yüzleşebilecek cesareti olan, her yere aitmiş gibi hissetmez. Kendini kandırma eşiği düşüktür…
Dillere destan olan hikayelerin dayandığı temel nokta, sürüklenmek değil varoluşunun hissettiği ışığı takip etmektir. Zahmetsiz olan, kendini sev bencilliğinin sevgi olduğu yanılgısına düşerek sevgiyi hem mucizeler yaratan hem de yaralayan bir araç olarak kullanmak…
“Sevgi ne bir insanı ezen yüksek bir güç, ne de ona zorla dayatılan bir görevdir; o, insanın kendi öz gücüdür ve kişi de bu sayede kendini dünyayla ilişki içerisine koyar ve dünyayı gerçekten kendinin yapar” sözüyle Erich Fromm, gerçek aşkı, sevgiyi insanın başını yasladığı omuz gibi göstermiş.
Yarım kalmaların sebeplerinden biridir zannedişlerimiz. Kişilere, nesnelere, kavramlara daha çok veya daha az anlam yükleriz. İçimiz tıka basa ummakla dolar, oysa sevmek başkasında, başka bir şeyde kendimizi görmek değil miydi? Ruh aynamızın karşısına geçip özümüzden yaydığımız sevgiyle yepyeni bir ben inşa etmek…
Rivayete göre 80 yaşlarında boşanmak isteyen bir çift varmış. Kadın hâkim karşısında, 50 yıldır kocasının onu bezdirdiğine dair serzenişte bulunmuş. Başlamış hikayesini anlatmaya… 50 yıl önce, eşinin kendisine verdiği çiçeklerin arasından bir yaprağı tohumlamış, büyütmüş. Çocukları olmadığından “sedef çiçeğini” yavrusu bilmiş. Çiçek kuruyunca adak adamış, her gece güneş doğmadan önce bir tas su ile sulayacakmış onu. 50 yıl boyunca sulamış sulamasına, ama eşi de bir kez olsun kalkıp yardım etmemiş. Bir gece uyuyakalmış kadın, adam çiçeği sulamayınca kadının canına tak etmiş. Eşinin hiçbir görevi yerine getirmediğini, o olmadan daha mutlu olacağını düşünmüş. Söz hakkı adama geçmiş, adam zamanında askerliğini bahçıvan olarak yaptığı bahçesine ne kadar çok emek verdiğinden bahsetmiş. Eşini ve Sedefleri orada tanımış. İlk evlendikleri günlerden birinde boyun ağrısından dolayı eşini doktora götürmüş. Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir demiş. Her gece uykusunu bölüp, uyanıp gezinmesi gerekiyormuş. Doktoru dinlememiş kadın, o günlerde tesadüf sedef çiçeği kurumuş. Geceleri sularsa geçeceğini söylemiş eşi. Adak diletmiş. Her gece onu uyandırmış ve seyretmiş… Eşi yattıktan sonra uyanmış, saksıdaki suyu boşaltmış. Çünkü Sedef sulanmayı sevmezmiş. Geçen gece de uyanamamış işte adam… Dolayısıyla eşini de uyandıramamış… Çiçek susuz kalabilirmiş adama göre, ama görünmez gerçek eşinin boyun ağrısıymış... Velhasıl adam suçlanmış, ama sessiz kalmış…
Mahkeme salonunda herkesin sustuğu o anın sessizliğini İclal Aydın’ın sözleriyle ancak bozabilirdim… “Kocaman bir yığın olmuştu saklanan, yok sayılan, ertelenen acılar, anılar. Yanılgılar, zannedişler, erteleyişler... Hele o söylenememiş sözler...
Kendimizi öğrenmek, anlamak zordur, yalnızlık ve sessizlik ister… Günümüz insanının mutluluğu gibi dilediği her şeye sahip olmak değildir. Bazen sessizce sevmek, en büyük dramdır… Bazen belki de sabırla, uzun arayışlarla ruha düşeni görmeni sağlamakta sana en büyük yardımcı güçtür…